SOĞUK AMA DERİN BİR ANLATI DÜNYASI: İSKANDİNAV SİNEMASI

-ADANA-
İskandinavya, dünyadaki en soğuk yerlerden biri, bunu herkes bilir. Bu soğukluk, bu coğrafyanın sinemasına da yansımıştır. Fakat bu filmler izlediğinizde ne kadar soğuk, gerilim dolu ve sessiz görünse de aynı ölçüde derin ve psikolojik çözümlemelerin hâkim olduğu bir anlatı evreni sunar size.
İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya ve İzlanda’dan çıkan filmler; minimalizm, doğal ışık kullanımı, insan-doğa ilişkisi ve karakterlerin iç dünyalarına odaklanan anlatı tarzlarıyla dikkat çeker. İskandinav sinemasının temelinde insan doğasına dair evrensel sorular ve modern toplumun çatışmaları yatar. Bu yazıda, İskandinav sinemasının genel özelliklerini, tarihsel gelişimini ve önemli yönetmenlerini/filmlerini ele alacağız.
İskandinav filmlerinin karakteristik özellikleri arasında yer alan kasvet, karanlık, soğukluk ve psikolojik derinlik, yalnızca estetik tercih değil; aynı zamanda bu coğrafyanın kültürel, tarihsel ve coğrafi yapılarına dayalı olarak şekillenen bir sinema dilidir. Uzun ve sessiz sahneler duygusal boşluk hissi verir. Karakterlerarası iletişimsizlik ya da duygusal mesafe, yalnızlığı pekiştirir. Anlatılar genelde “mutlu son” beklentisini yıkar, trajik ya da gri tonlarda biter. Toplumsal umut yerine bireysel çıkmazlar anlatılır. Felsefi derinlik ise bu sinemanın en başat özelliklerinden biridir.
İskandinav filmlerinin ilk örneklerine baktığımızda mesela ‘Terje Vigen’ (1917), edebiyatla felsefeyi ve sinemayı harmanlayan ilk büyük İskandinav filmidir. Bu film sessiz bir film örneğidir ve Ibsen’in şiirsel metninden sinemaya uyarlanmıştır. İskandinav sinemasının melankolik, ahlaki ve insani temellerini atan yapıttır. 1809 Napolyon Savaşları’nın zirvesinde eşini ve kızını kaybeden bir adamın bilinçli bir şekilde intikam almayış öyküsünü anlatır. Film her ne kadar sessiz olsa da İskandinav sinemasının soğuk ve derin anlatılarının başlangıçlarından biridir.
Siyah-beyaz çekim tekniği, durağan yapısı ve felsefi senaryosu ile dünya film sektörüne damgasını vurmuş bir diğer yapım ise Ingmar Bergman imzalı ‘Yedinci Mühür’dür (1957). Haçlı Seferleri’nden evine dönen bir şövalye, vebanın yol açtığı tahribatı görünce böylesi bir ıstıraba neden olan tanrıdan kuşkulanmaya başlar. Çok geçmeden ÖLÜM onu da ziyaret eder, ancak şövalye kaderine boyun eğeceğine ÖLÜM’e meydan okuyarak onu bir satranç oyununa davet eder. Kaybederse canından olmaya razıdır. Ölüm ve tanrı sessizliği üzerine, sinema tarihinin en felsefî filmlerinden biridir ‘Yedinci Mühür’. Ingmar Bergman, diğer filmleri ile de örneğin ‘Wild Strawberries’, ‘Persona’, ‘Hour Of The Wolf’, ‘Cries and Whispers’ sadece İskandinav sinemasına değil, dünya sinemasına yön vermiştir.


1990’lara kadar İskandinav sineması felsefi, soğuk ve kasvetli, aynı zamanda psikolojik tahlilleri bol bir şekilde devam etmiş ve sayamadığımız birçok filmle dünya sinemasındaki yerini korumuştur. Daha sonra 1995 yılında Danimarkalı yönetmenler Lars von Trier ve Thomas Vinterberg öncülüğünde başlatılan; sinemayı yapaylıktan arındırarak gerçekliğe, sadeliğe ve saflığa döndürmeyi amaçlayan bir sinema manifestosu olarak kabul edeceğimiz ‘Dogma 95’ hareketi ortaya çıkmıştır. Bu hareket, Hollywood’un ve ticari sinemanın görsel efektlere, büyük bütçelere, sahte duygulara, estetik gösterişe dayanan yapay anlatımına karşı çıkmayı; sinemayı yeniden hikâyeye ve oyunculuğa dayalı hale getirmeyi amaçlamıştır. Bu hareketin ‘kamera elde taşınmalı’, ‘ses ve görüntü ayrı alınmalı’ gibi kendine özgü kuralları vardı. Bu gerçekçi yaklaşım İskandinav sinemasının kasvetli ve soğuk yapısı ile daha da uyuştu. Filmlerin konuları daha gerçekçi ve hayatın içinden seçilmeye başlandı. Filmlerdeki sarsıcı etkiler artmaya başladı.
İlk ‘Dogma 95’ filmi sayılan Thomas Vinterberg imzalı ‘Festen’ (1998) aile içi istismar ve bastırılmış sırlar ile izleyicide derin izler bırakmıştır. ‘Idioterne’ (1998), ‘Mifune’s Last Song’ (1999), ‘The King Is Alive’ (2000) bu hareket bağlamında değerlendirilebilecek diğer filmlerdir.
1990’lardan itibaren özellikle televizyon dizileriyle popülerlik kazanmış, sonrasında sinema ve edebiyatta da öne çıkmış bir anlatı tarzı olan “Nordic Noir” kavramı İskandinav suç ve gerilim türünü tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Bu kavram terim olarak 2000’li yılların başında İngilizce konuşulan ülkelerde ortaya çıkmıştır ama kökleri daha eskidir. Bu tür, İskandinav sinemasına olan ilgiyi artırmıştır. “Nordic Noir” sadece suç ve gerilimi ifade etmez. Kasvet, karanlık ve psikolojik derinlik de barındırır içinde.
‘Ejderha Dövmeli Kız’ (The Girl with the Dragon Tattoo), İsveçli yazar Stieg Larsson’un ‘Millennium Üçlemesi’ adlı polisiye roman serisinin ilk kitabından uyarlanan, “Nordic Noir” türünde bir filmidir. Yönetmeni Niels Arden Oplev’dir. Bir gazetecinin yıllar önce kaybolan bir kadının izini sürerken asosyal ve dövmeli dâhi hacker Lisbeth Salander ile yollarının kesişmesini anlatır. Kaybolan kızın ailesinin geçmişiyle ilgili karanlık sırlar ortaya çıkar. Olay sadece kayıp bir kızı aramak değildir; zincirleme cinayetler, taciz, ırkçılık ve toplumsal çürüme ile örülüdür film. ‘Ejderha Dövmeli Kız’ gerek kitabı gerek İsveç yapımı ilk film uyarlaması sayesinde çok popüler olmuş ve daha sonra İngiliz-Amerikan yapımı bir başka yapımla tekrardan çekilmiştir. Ancak bu ikinci yapımdan ziyade ilk yapıma baktığımızda daha kasvetli ve gerilim yüklü bir film olduğunu görürüz. İşte burada da sinemanın sadece senaryodan ibaret olmadığı anlaşılır. İskandinav oyuncuların tarzında bile bu sinema dünyasının kasveti, soğukluğu fark edilir. İskandinav yönetmenlerinin bakış açıları daha soğuk ve daha karanlık gelir izleyiciye.

Tabii ki daha sayamadığımız birçok örnek vardır ancak daha güncel örneklere baktığımızda karanlık, gerilim, düşündürücülük gibi özelliklerin seviyesinin arttığını görüyoruz. Örneğin 2021 İzlanda yapımı ‘Kuzu’ (Dýrið) son derece farklı bir yapımdır. Valdimar Jóhannsson yönettiği ve akılları zorlayan hikâyesi ile İskandinav sinemasının bütün özelliklerini bünyesinde toplayan bu film çocuksuz bir çiftin, İzlanda kırsalındaki çiftliklerinde gizemli bir yaratık (kuzu başlı, insan vücutlu bir çocuk) bulması ve onu kendi çocukları gibi büyütmeye karar vermesini konu alır. Film İzlanda’nın mistik ve ürkütücü doğasını, halk masallarını, mitolojiyi ve doğaüstü unsurları başarılı bir şekilde anlatmıştır.

İnsanı sarsan alegorik anlatıma sahip bir diğer İskandinav yapımı ise ‘Border’dır (Gräns). 2018 yılında çekilen film son yıllarda İskandinav sinemasının en dikkat çekici ve özgün yapımlarından biridir. Ali Abbasi’nin yönettiği film hem atmosferi hem konusu hem de karakterleri ile kasvet, gerilim ve korkuyu aynı anda hissettirir izleyiciye. Ayrıca son derece de düşündürücü bir anlatısı vardır. Kişinin aitlik duygusunu sorguladığı bir filmdir ‘Border’. Filmin başrolü Tina, İsveç gümrüğünde çalışan, fiziksel olarak “normal” insanlarınkinden farklı yüz hatlarına ve olağanüstü bir koku alma yeteneğine sahip bir kadındır. Hayatı boyunca kendisini “farklı” hisseder ve toplumla tam olarak bağ kuramaz. Bir gün gümrükte karşılaştığı Vore adlı gizemli bir adam, onun hem fiziksel hem de duygusal dünyasını sarsar. Tina, kendisiyle ilgili karanlık gerçekleri ve insan-doğa sınırının ötesinde bir kimliği keşfetmeye başlar. Filmin en ilginç özelliklerinden biri de İskandinav folklorundan esinlenerek “troll” figürünü çağdaş bir şekilde yeniden ele almasıdır.

İskandinav sineması, duygusal ve düşünsel olarak soğuk ve ağır bir iklimde var olur. Bu sinema; uzun kışların, sessiz doğanın ve içe dönük toplum yapısının etkisiyle karanlık atmosferleri, psikolojik derinliği ve varoluşsal sorgulamalarıyla izleyiciyi yüzeyin çok altına çeker. Karakterlerin iç dünyasına odaklanan bu anlatılar, çoğu zaman umut yerine huzursuzluk, çözüm yerine çarpıcılık sunar. Gerek daha eski örneklerde gerekse güncel yapımlarda görüldüğü gibi İskandinav sineması izleyicisine sadece bir hikâye anlatmaz; aynı zamanda insanın kendisiyle, toplumla ve doğayla olan ilişkisini sorgulatan güçlü bir çekim yaratır. Bu yönüyle hem düşündürür hem ürpertir hem de uzun süre zihinde kalıcı izler bırakır.

