KÜLTÜR-SANAT 

GÜRÜLTÜDEN MELODİYE: ‘METALLICA’ VE ÇAĞIMIZIN YANKISI


Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren müziğin bir endüstri haline geldiği görülür. Dünyada olan bitenin yankısının ilk duyulduğu sahalardan biri olan müzik, bir yandan bu endüstri tarafından şekillendirilirken diğer yandan kendi özgür yolunu bulmaya çalışır. 1950’lerle birlikte savaşlardan yorulan gençlerin sesi olan ve Johnny Cash, Bob Dylan, Joan Baez gibi yıldızlara ev sahipliği yapan müzik dünyası, 60’lı yıllarla birlikte iyice popüler hale gelen grup müziğiyle yeni bir dönemece girer. Beatles ve Rolling Stones’un başı çektiği bu müzik; Jefferson Airplane, The Doors ve Pink Floyd gibi gruplarla kendini Deep Purple, Queen, Led Zeppelin, Black Sabbath ve daha nicesinden oluşan bir dizi kült grupla birleştirir. Böylece kendimizi bir anda 80’li yıllara gelmiş buluruz. Beatles’tan bu yıllara uzanan kuşakta müziğin tını ve lirik bakımından sertleştiğini görmekse pek zor olmayacaktır. Bu sırada İngiltere’nin sanayi şehri Birmingham’dan –ki burası Black Sabbath’ın da kurulduğu yerdir– Judas Priest öncülüğünde yükselen New Wave of British Heavy Metal, Iron Maiden’la birlikte bu sertliğe yeni bir form ekler. İşte bu noktada bayrağı Metallica devralır.

Metallica, 1980’lerin başından günümüze kadar olan bölümde dünyanın en başat müzik oluşumlarından biri konumuna geldi. Hal böyle olunca grupla ilgili yeni bir şey söylemek de zorlaşıyor. Tezlere konu olmuş, hakkında kitaplar yazılmış, H. P. Lovercraft, Ernest Hemingway ve Dalton Trumbo gibi birçok önemli yazarın eserini müziğe dönüştürmeyi başarmış, 80’li yılların sonlarından itibaren büyük bir ticari başarı yakalayıp –son turnelerinin toplam geliri dört yüz milyon dolar– müzikle popüler kültüre dair birçok tartışmanın başöznesi haline gelmiş bir grupla ilgili ansiklopedik bilgiler vermek çok da samimi bir tavır olmasa gerek. Metallica’nın sadık bir dinleyicisi olup da böyle bir yazıyı bu kadar geciktirmiş olmamın sebebi bu galiba. “Onlar hakkında daha ne söylenebilir ki?” kaygısına benim adıma baskın gelen şeyse grubun metal müziği aşan müzikal ve sözel evreninin genişliğini kendimce idrak edebilmem oldu. Bu yüzden de bu yazının teması, grubun yaklaşık yarım asırda başından geçen olaylar değil, benim onlara karşı yaklaşımım olacak. Böylelikle, hayatımda bu kadar büyük bir yer kaplayan gruba bana ve dünya müziğine kattıklarından dolayı teşekkür etmiş olabileceğim.

Metallica’nın alametifarikası temelde bir tempo grubu olmasıdır. Bundan kastım, aslında klasik bir metal grubu gibi hızlı olma kaygısı gütmedikleri. Grup, dinleyiciyi daha ilk saniyesinden itibaren şarkıların büyük kısmının altına imzasını atan James Hetfield’in vokalinin de büyük katkı sağladığı tempo labirentinden örülü –ki buna Lars Ulrich’in onun gitar ‘riff’lerine yazdığı davul partisyonları da her anlamda etki eder– bir yapıya adım attırır. Fade to Black’in geçiş bölümü, Master of Puppets’ın solo kısmıyla sonrası, Sanitarium’un son bölümüyle One’ın trafiği akla ilk gelen örnekler olsa da son albümleri olan 72 Seasons’da bile bu tempo labirentinin izlerini görmek mümkün. Böyle olunca da dinleyici, şarkıların en temel organizmasından başlayarak basgitarın ağırbaşlılığı –özellikle ilk üç albümdeki Cliff Burton etkisini unutmamalı– ve lead’in süpürücülüğüne teslim olur. Bu üst ögeler bir yandan yapının özüne anlam, tema ve üslup dâhilinde yardımcı olurken bir yandan da melodi, akıcılık ve dinamizm kısmının da öncü yüklenicisi olur. Bunun sonucunda da zihnimizdeki en ilkel damarlara ilk anda değen ve oralarda yer edinen şarkıların yüzeyine ilk temasta bulunmuş oluruz. Kaldı ki Metallica’yla uzun bir süre geçirdikten sonra bireyin karşısındaki külliyat onu; önemli gösterilen albümlerden, şarkılardan sıyrılıp her bir albümü ve her bir şarkıyı kavramaya zorlar. Burada karşımıza çıkan manzaraysa oluşumun karşımıza çıkardığı; neden bu kadar başarılı, neden bu kadar bilindik, neden bu kadar saygı duyulurken bir yandan da sürekli eleştiriliyor, neden dinleyicileri arasında büyük fikir ayrılıkları var, neden bazı kırılmalara öncülük ettikleri belirtiliyor gibi onlarca sorudan ibarettir.

Bundan sonrasına, her ne kadar incelemelerin genelindeki gibi Kill ‘Em All’dan başlayacak olsam da yukarıdaki soruların en azından bir kısmına cevap olabilecek bir akışta yol alacağım.

‘WHIPLASH’TEN ‘TO LIVE IS TO DIE’A

Kill ‘Em All’dan bilinen durumları uzun uzadıya tekrarlayarak bahsetmenin pek de bir manası yok. Bu albümün bana kalırsa asıl önemi, sert müzikte yeni bir dönemin başlangıcı olmakla birlikte Metallica müziğinin 72 Seasons’a kadar uzanan nehrine dek hem yapı, tempo ve sertlik hem de üslup anlamında yankısının sürüyor olmasıdır. Bu açıdan, 80’lerin sonlarına kadar olan tını, ezgi, melodi ve dinamizmle birlikte; bazen pozitif enerjiyle bazen de karanlık hislerle zihni arındıran, aydınlatan bir ışıkla dolu zengin yatak grubun harcını oluştururken bu özelliğin sonraki dönemlere tepkilerin göze alınarak aktarılması dikkate değerdir. Whiplash gibi kural tanımaz, yırtıcı, sert ve mutlak bir yapıdan To Live is to Die gibi nahif, kırılgan ve zifiri bir kurguya topluluk, kuruluşundan sadece yedi yıl sonra erişmiştir. Bu onların; lokomotiflerine ne kadar çabuk hissi ve teknik vagonlar eklediklerini göstermenin yanında geleceklerinin de bu durumu ortaya koymaya devam ederek parlaklaşacağını gösterir. Yanı sıra, James Hetfield’ın nasıl bir buhran yaşadığını ve yaşayacağını onun grubun söz yazarı olarak lirik gelişim ve dönüşümünden anlamak çok da zor değil. Grubun geldiği noktada Hetfield’in şairane dizelerinin ustalarına gelenek olarak eklemlenmesinin payı azımsanamaz. Çünkü artık; Deep Purple, Led Zeppelin, Rainbow, Motörhead, Thin Lizzy, Blue Öyster Cult gibi öncüllerinden hem müzikal hem de söz yazımı bakımından kuru kuruya bir etkilenmeden ziyade onları analiz edip sonuçlarını uygulamaya koyan bir organizma vardır. Black Sabbath’ın bas gitaristinin etkilerini son albümlerindeki You Must Burn’de dahi görmek mümkün.

Özetle, bu dönem Metallica’nın müzikal kökenini gözler önüne sermekle birlikte daha ilk yıllarından bile büyük bir melodik ve sözel çeşitliliğe sahip olduğunu gösterir. Aksi bir durumda, bir yandan Fade to Black ve Orion bir yandan da Four Horsemen ve Eye of Beholder’ın ortaya çıkması pek olası değildir. Öyleyse, bu bölümü To Live is to Die’daki kırgın sesle bitirmek yerinde olacak gibi:

İnsan yalan söylediği zaman,/ dünyanın bir kısmını katleder,/ bunlar insanların kendi hayatları sandıkları soluk ölümlerdir,/ tüm bunlara şahitlik etmeye artık dayanamıyorum,/ kurtuluşun krallığı beni evime götüremez mi?

‘BLACK’TEN ‘ANGER’A

Bu dönemi şöhretten, James’in deyişiyle “şöhretin getirdiği ağırlık”tan bağımsız düşünemeyiz elbette. Grup bu süreçte Justice’ten gelen alevlenmelerin de etkisiyle Black Albüm’ü çıkarıp sadece metal müziğin önemli bir parçası olmayı başarmakla kalmayıp Madonna ve Michael Jackson gibi dünya devlerinin yanında anılmaya başladı. Bütün bunlar hakkında muhtemelen binlerce yazı vardır. Albüm satışı – bu albüm dünyanın en çok satan albümlerindendir, teklilerin başarısı, turne yoğunluğu baz alındığında ‘yılan albüm’ün sadece grubun değil, popüler müzik tarihinin önemli bir parçası haline geldiği hemen herkesin malûmu. Gelgelelim, Metallica bu albümden başlayarak bizi Wherever I May Roam gibi bir eserin yanında Outlaw Torn, Bleeding Me, Astronomy, Turn The Page, St. Anger gibilerinin de olduğu büyük denize hiç tereddütsüz atmış olacaktı. Zaten grubun; Fixxxer, Where The Wild Things Are’ı direkt şarjöre sürmeyi bekletip 97’den günümüze büyük bir kitleye, “Bir saniye, bunlar da ne! Damage Inc.’i yapan grup değil mi bu?” dedirttiği artık iyiden iyiye görülüyor. Daha bitmedi ama! Low Man’s Lyric’te “my eyes seek reality” diyerek, Mama Said’de “cold stone all I see”yi fısıldayarak topluluk eserlerinde James’in geçmişini odağa aldığı bir sürü öncül ve ardıl mesajın gönderimine başlamıştı. Unforgiven serisini saymıyorum bile! Çünkü en başta da belirttiğim gibi Metallica tarihine bana kalırsa daha büyük bir pencereden bakmak gerekiyor. Derken aklımıza San Francisco Senfoni Orkestrası’yla yapılan iş birliğinden ortaya çıkan No Leaf Clover ve Human gelebilir. Human’da ‘zaman baba’ya seslenen James’in Clover’da bir gencin hayatına kuşbakışı odaklanmasıyla bunun sözel ve müzikal ifadesi, dörtlünün unutulmaz kondüktör Michael Kamen dokunuşlarının da yardımıyla geldiği olgunluk seviyesini kanıtlar niteliktedir. Böylece, S&M öncesi yapılan Garage Inc.’in grubun en kısa sürede tamamlanan kaydı olmasının bir tesadüf olmadığını da belirtmek şart oluyor. Bir Nick Cave şarkısını yeniden yorumlama cesaretinde bulunmak da, grubun ‘kökleriyle zıtlaşma’ konulu tepkileri çekeceğini bile bile aldığı risklerin Fade To Black’ten –bir metal grubunun ‘ballad’ yapması dolayısıyla tepki almıştır– beri uzayan zincirinin bir halkasıdır sadece. Çünkü 2025 itibariyle biliyoruz ki Metallica tarihine bakmak biraz da meydan okumalar silsilesiyle karşı karşıya kalmaktır. Zira The Struggle Within’le kapanan Black Albüm’ün ardından Ronnie’yle kapanışa hazırlanan bir Load üretmek pek de akıl kârı değil. Load’da bir de Thorn Within vardır ki Hetfield’in dini paravan yaparak baba ve aile kavramını sorgulama şeklini ayan beyan görürüz. Birkaç şarkı önce Hero of the Day’de ve akabinde gelen Mama Said’de anneye kendi gökyüzünden bakmıştır zaten. Devamı mı? Devamı Load’un kardeşi reLoad’daki Prince Charming’de geçen hırçın gencin dişlerini sıkarak alaycı bir üslupla verdiği demeçtir: “Yarattığın canavara bir bak istersen, anne, sadece senin görmek istediğine.

Baktığımız ayna metinde; şok, kabulleniş, pasif agresif bir öfke parçaya hâkimken grubun ortaya koyacağı temanın sözel ifadesine göre ‘sound’ yaratma alışkanlığına dikkat çekmek gerek. Çünkü Fight Fire With Fire’ı Load-reLoad ‘sound’uyla ifade edemezsiniz. Leper Messiah’ın sözlerini mikrofona uzatırken King Nothing tonu yeterli olmayabilir. Tıpkı Turn The Page’in temasını anlatmaya Dyers Eve’in hızının ve keskinliğinin çok da uygun düşmeyeceği gibi. Bana, bu yüzden St. Anger’da o davul ve çiğ gitar tonu var gibi geliyor. O süreçteki bitkinliklerini Black Albüm pürüzsüzlüğünde veremezlerdi galiba. O psikolojinin sadece o ‘sound’a el verdiğini görmek zor olmasa gerek.

Zihindeki yaşamsal ve düşünsel birikimi ortaya koyacağı forma en iyi şekilde aktarabilmek, sanatın ve sanatkârlığın belirtisiyse Metallica’nın Black’den Anger’a yaptığı en iyi eylemlerden birinin bu olduğunu görürüz. Bu, tanık olduğumuz; en saydam, en açık, en filtresiz Metallica’dır aynı zamanda.

HİÇ GELMEYEN GÜNLERDEN ‘MANYETİK’ MEVSİMLERE

Grubun bu dönemi; St. Anger dönemine dek uzun zaman yol arkadaşlığı yapılmış, topluluğun müziğine My Friend of Misery ve Fixxxer gibi nadide şarkılardaki özgün bas çalımıyla katkıda bulunmuş ve belki de en önemlisi Cliff’in yerini doldurmaya çalışmış Jason Newsted’la yolların ayrılmasından sonraki sürecin devamı olarak ‘Robert Trujillo’lu dönem olarak da anılabilir. Onun enerjisinin grubun Death Magnetic’le küllerinden yeniden doğmasına ne kadar yardımcı olduğu bu albümdeki şarkılara bakarak görülebilir. Manyetik’in çıkışı, grubun 2008’den günümüze uzanan zaman diliminde 90’ların sonuna kadar yükselttiği ihtişamlı yapıyı dört-beş yıl sekteye uğradıktan sonra tekrar yükseltmeye başladığını görmemiz açısından büyük öneme sahip.

Manyetik’le başlayan süreç, grubun kariyerindeki en uzun zaman aralığı olmasının yanında onların geride kalan iki döneme de kucak açması bakımından dikkate değer. Bunun en basit belirtisiyse 72 Seasons’ın kapağındaki şu ibare: “Metallica’nın kırk yılı 77 dakikadan fazla bir süre burada.” Yazının bu noktasında, ilk bölümdeki soruların en azından bir kısmına cevap bulabilmek adına önemli bir yerde olabiliriz. Manyetik dönemindeki bir röportajında, “St. Anger’ın cenazesini Death Magnetic’le kaldırdık,” demişti James. Öyle bir cenaze töreni ki bir dönemi gömerken grubu düştüğü çukurdan olgun bir enerjiyle çıkardı galiba. That Was Just Your Life ve End of the Line’ın başlangıcında arka arkaya çalındığı Quebec Magnetic konserine bakmak bunu düşündürmeye yeterli olacaktır. Bu durum, filtresiz Metallica’nın gidip bunun yerine filtre kavramını kaldırarak 80’leri, 90’ları, hatta Anger’ı kabullenip yola devam edileceğini gösteriyor. Böylece bu kabulleniş –her ne kadar 80’ler taraftarları tarafından pek olmasa da– genel dinleyici kitlesinin de grubu dönemsizleştirmesine faydalı oldu diyebiliriz. Kaldı ki sırasıyla; The Day That Never Comes, Spit Out The Bone ve Inamorata’nın olduğu albümler yaklaşık elli senelik bir müzikal birikimin özeti sayılabilir. Hatta Lux Æterna, Halo On Fire, All Nightmare Long diye bir geri zincir bile yapılabilir. Grubun ve üyelerinin yaşamı, neredeyse her bir riff ve her bir cümlede kendine yer bulur adeta. Geçmişe referans, örneğin Dream No More, hem yeni nesil Metallica dinleyicisini çeken –böylece grubun kitlesini artırarak bugüne getiren– hem de kendi kendini kendi imbiğinden geçiren grubu sağaltıp demlendiren bir işlev görmüyor değil. Bunu 2020’lerde dahi hâlâ; samimi ve enerjik kalabilmelerinden, stadyumları doldurup birkaç kuşağa birden seslenebilmelerinden anlayabiliriz.

Tabii bu arada, James’in 2019’un sonları ve 2020’nin başlarını ikinci kez girdiği alkol rehabilitasyonunda geçirmesinden ve onda oluşan hezeyanların 72 Seasons’a direkt olarak yansımasından da bahsetmek gerek. Kirk, Lars ve Robert’ın onun karanlığını aydın bir şekilde dengeleyebilmek için gösterdikleri çabayı görmemek zor. Çünkü James; “If darkness had a son, here I am” diyerek, “Blinded by the ashes of the past” ve “Atlas, Rise!” diye haykırarak gürül gürül bir karanlığa hitap ediyor. Son dönem konserlerinde Fade to Black’in ikinci bölümüne girmeden dinleyicilere, “İntiharı düşündüyseniz yalnız değilsiniz,” demesi, altmışını devirmiş bir adamdan bunları duymak pek hayra alamet olmasa da ‘Atlas’ dedi ya güven de vermiyor değil. Sonuçta:

We’ll never stop,/ we’ll never quit,/ ‘cause we’re Metallica!

Paylaş:

Benzer yazılar

5 2 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Kerem Tamkoç

Metallica üzerine yazılmış pek çok metin var. Bu defa, ansiklopedik, magazinsel ya da biyografik bir metinden ziyade; 1950’lerden itibaren müzik zeitgeist’ına bir bakışla başlayan, Metallica’nın ruhunu, dönemsel değişimlerini ve müzikal dönüşümünü yazarın duygularını ve tutkusunu da katarak içten bir dille anlattığı şahane, otantik bir yazı okudum.

Bu yazının ardından, uzun süredir dinlemediğim favorim The Black Album’u yeniden dinlemek farz oldu. 🎧

1
0
Would love your thoughts, please comment.x