FEMME FATALE’DEN “MODERN KADIN”A: SİNİR KRİZİNİN EŞİĞİNDEKİ ERKEKLİK

-İSTANBUL-
GAİN’in dikkat çeken dizisi ‘Modern Kadın’, alt metninde aslında şunu söylüyor: “Özgür ve güçlü bir kadın olacağım derken yaşını geçirdin. Ne kocan var, ne çocuğun. Evde tek başına kaldın ve bu halinle epey komiksin.”
Dizi, gelenekselle modern değerler arasında sıkışıp kalmış, ‘Bridget Jones’vari Pınar’ın (İrem Sak) iç dünyasına odaklanıyor. İlk bakışta kadına dayatılan rolleri mizahi bir dille eleştiriyor gibi görünse de, altından yine aynı eski mesaj çıkıyor: Ne yaparsan yap, o toplumsal kalıpların dışına çok da çıkamazsın.
Son derece mazbut bir aileden gelen ve İstanbul’da kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan Pınar, bir gıda firmasında marka müdür yardımcısı olarak çalışır. Aslında dokuz yıldır beklediği müdürlük pozisyonunu şirket dışından bir erkeğe (Kudret) kaptırınca ona da “yardımcısı” olmak kalmıştır. İlerleyen sahnelerde ise “ideal erkek” olarak yönetici pozisyonuna daha uygun görülen Kudret (Kemal Okan Özkan) karakterinin de idealin aksine aslında eşcinsel olduğunu öğreniriz. Bu da aşk ve evlilik hayalleri kuran Pınar için ikinci bir yıkım olur.

Ana akım sinemada kadın temsili uzun yıllar iki uçta şekillendi: Ya ideal eş, iyi anne ve sadık bir hayat arkadaşıydı ya da arzularının peşinden giden, bağımsız ve erkek dünyasında korku uyandıran “dünün femme fatale”i. Yeşilçam’da da bu ayrım netti: Bir yanda başına buyruk yaşayan ‘Suzan Avcı’lar, ‘Lale Belkıs’lar; öte yanda cefakâr ve de vefakâr ‘Türkan Şoray’lar, ‘Hülya Koçyiğit’ler.
‘Modern Kadın’ dizisi ise bugünün “femme fatale”ini, sarkastik ve ‘cis erkek’ mizahına bulanmış bir figürle değiştiriyor. Eril bakış, artık modern ve güçlü kadını doğrudan değil, alaya alarak sindirmeye çalışıyor. Yani erkek bilinçdışı değişmiyor; sadece kullandığı yöntem güncelleniyor.
Dizinin didaktik ama yer yer etkili anlatımı, Pınar’ın erkek egemen bir iş dünyasında yaşadığı zorluklara da değiniyor. Yaşı, kilosu, makyajı gibi sebeplerle sürekli alaya maruz kalan Pınar’ın yaratıcı fikirleri her seferinde görmezden gelinir, ekibin ortak emeği gibi sunulup anonimleştirilir. Toplantılarda sözü kesilir, küçümsenir. Pınar’ın iş yerinde uğradığı haksızlıklara tepkisi ise çoğu kez pasif agresif bir tavır almak olur. Kendisine yapılan maaş adaletsizliğini ise sessizce tuvalette ağlayarak protesto eder.
Pınar, hikâye boyunca erkeklerin gözünde asla anlaşılamayan bir muammadır, adeta başka bir türden canlı gibi resmedilir:
“Kadınlar, abi, her zaman gerginler.”
“Evde karım gergin, burada Pınar.”
“Pınar yemek yemeyince hep gergin oluyor.”
“Özel günleri var, oğlum; anlasana, hassaslar.”
“Anası bitti, bu başladı. Bunların sülalesi böyle…”
Aslında bu bakış açısı, erkeğin iktidarını da pekiştirir. Çünkü Pınar’ı gerçekten anlamak ve haklarını teslim etmek, o konforun sarsılması anlamına gelir.
Dizi, regl dönemine dair klişeleri de mizah malzemesi yapar. Pınar’ın bu dönemdeki “öteki ben”i — kilolu, kısa boylu, bakımsız ve huysuz haliyle — hem fiziksel hem de duygusal olarak “istenmeyen kadın” imgesine dönüşür. Dizi bu iki Pınar üzerinden, modern kadını yeniden geleneksel yapıya razı olmaya çağırır.

Sosyal medyada bu eğilimi pekiştiren pek çok “uzman” (!) erkekle karşılaşıyoruz. Örneğin geçenlerde karşıma çıkan bir klinik psikolog, modern kadının aldatılmasının sebebini onun mutfağını ve çocuğunun bakımını başka bir kadına bırakmasına bağlıyordu. “Sen evini barkını başkasına bırakırsan kocanı da kaptırırsın” diyerek kadınları özel alana dönmeye çağırıyordu. Programdaki kadın sunucunun araya girme çabasıysa “Sen dur, önce bir dinle” şeklinde tipik bir mansplaining’e dönüşüyordu.
Bir başka uzman erkek (tıp doktoru) ise kadınlara “20’li yaşlarınızda seçeneğiniz var, 35’ten sonra işiniz zor” diyerek biyolojik kadercilikle aba altından sopa gösteriyordu. Kadınlara gerçeği görmelerini ve feminizmin safsatalarını bir kenara bırakmalarını söylüyor, erkeklere “red pill” tavsiye ediyordu.
Alanında uzman ama insanı ve onu çevreleyen maddeler dünyasını diyalektik olarak kavramak konusunda acemi olan bu erkeklerde fark ettiğim en önemli şey şuydu: Özcü bir yaklaşımla insan denen varlığı tekliğe indirgiyor ve onu iki kere ikinin dört etmesi kadar pür-i pak bir sabitlikte değerlendiriyorlardı. Onlara göre kadın denilen bir tür vardı ve bunların hepsi her koşulda aynı düşünür, aynı yer, aynı giyer, aynı davranırdı. Tabii bu apolitik indirgemeci yaklaşımlarıyla özneyi ve elbette toplumu kuran “ideoloji”den de bihaberlerdi.
Velhasıl, klişe ama gerçek: Kadın olmak hâlâ zor.
Üstelik artık yalnızca gelenekle değil, “modern” kılıklı eril söylemlerle de mücadele etmek gerekiyor.

