KÜLTÜR-SANAT YAŞAM 

SORUMLULUK GÜZEL BİR GÖMLEKTİR


Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden.” der tilki, ‘Küçük Prens’te. Baktığımız, gördüğümüz, yakınımızda veya uzağımızda olan her şeyden…

Bir cennette yaşıyoruz. Onca olan bitene rağmen, güzelliğini yitirmeyen bir cennet burası… Bu ülke… Mavisi, yeşili, çayı, kahvesi, sohbeti, gülen yüzü… Ne olursa olsun, her ne kadar bozmaya çalışsalar da, yıllara meydan okuyan taşlar misali dimdik duruyor.

Taşlar, antik kentlerin süsüdür. Kimine göre sadece taş, kimine göre ötedir.

Antik kentleri kitaplara benzetirim. Kapısından içeri girer girmez hayal gücümü tetikler o antik kentler. Bir kitabı okurken şehir şehir dolaşmak; savaşın içindeki acıyı hissetmek; bir annenin mücadelesine ağlamak; herhangi bir duyguyu hisseden dünyada tek kişi olmadığını görmek… Kitaplar, belki de bu yüzden yalnızlığımıza ortaktır.

* * *

Örneğin Nysa

Her gittiğimde beni büyüleyen bir antik kenttir burası. “Gel, buraya bir sıfat koy.” deseler, “Görkemli.” derim. Kocaman sahnesinde yıllar önce sahnelenen oyunları, söylenen şarkıları düşünürüm. Öyle bir an olur, şarkıyı da duyarım – geçmişten gelen… İsteyince duyarsınız.

Çarşısındaki zeytin ağaçlarının bolluğu büyüler. Zeytin bağırır: “Ben asırım, gel, sana o günleri anlatayım.

İncir, zeytinin yanı başında… Korur ve kollar zeytini. Kent meclisine sırtınızı verdiğinizde o görkemli arkadaşlığı orada görürsünüz. Yaşlı bir incir ağacı bir zeytin ağacına kol kanat gerer. Söğüdün gölgesinin, dut yaprağının, çamın kozalağının yazdığı efsaneyi yazar.

Peki, bu antik kent neden bu kadar tenhadır? Bu antik kentin içinde neden bir kahve içemiyoruz? Çocuklar arkadaşlarıyla gelip hayal güçlerini neden burada kullanamıyorlar?

Sponsorluk adı altında yapılan kazıların bir kenarına şirket ismini kondurmaktan ötedir özen.

Bu güzel antik kent çok daha fazlasını hak ediyor.

* * *

Örneğin Miletus

Düşünmenin temellerinin atıldığı bir şehir… Thales’in memleketi. Kutsal Yol’un diyarı… Tiyatronun güzelliği…

En yetim antik kentlerden biridir.

Yolların kirliliği, bakımsızlığı…

Bana yardım edin, biraz güzelleştirin.” diye bağırır her gittiğimde. Yardım eden kimse yok. Şahidim!

* * *

Örneğin Lagina

Osman Hamdi Bey’in yerini yurdunu uğruna değiştirdiği antik kent…

Konağının girişinde şöyle yazar: “Osman Hamdi Bey’in eşi, onu çok iyi anlayan ve onu devamlı destekleyen, kocasının işlerinin önemini çok iyi kavrayan bir kadındı.

Peki, biz bu az bilinen antik kentin değerini ne kadar biliyoruz? Turgut’ta yaşayan, hayatında hiç oradan çıkmamış insanların hâlâ o antik kenti görmemesine ne diyebiliriz ki?

* * *

Örneğin Cincin Kalesi

Yol boyu en az on mezarlık var. Duvarları, mezarlardaki isimleri görecek şekilde ayarlanmış sanki. Doğum ve ölüm tarihleri gözükmüyor. “Yaşın, ölümün karşısında hiçbir hükmü yoktur.” diyor duvarlar.

Bir köy kahvesi… Mavi örtüleri, aynı sakinler. Bir anne ve oğul işletmeci… Üç çay, bir soda, bir Türk kahvesi – sadece altmış lira…

Her sabah işe giderken mezarlıkların yanından geçmek insana bir şey öğretiyor sanki.

Cincin’e hoş geldiniz!

Köylere ne zaman “mahalle” denmeye başladı, hatırlamıyorum. İçimden de hiç mahalle demek gelmez. Mahallenin ruhu, köyün ruhundan farklıdır. Köy, köydür! Müsaadenizle Cincin’e de “Cincin Köyü” diyeceğim.

Kanuni Sultan Süleyman, Rodos Seferi’nden dönerken bu köyden geçiyor. Buranın sakinleri Kanuni’yi iyi ağırlıyorlar ve Kanuni bu misafirperverlikten çok memnun kalıyor. Hemen adamlarına emrediyor: “Buraya bir kale yapın!” İhtişamlı bir kale yapılıyor. Kalenin yanındaki topraklar veriliyor.

Bugün ise kale artık var da yok. Yıllarca ahır ve kümes olarak kullanılmış. Kalenin ortasına bir ev dikilmiş. Köyde onca ev olmasına rağmen burası da Ödemiş’in hayalet köyü Lübbey’i hatırlattı. Bakımsızlığı da Nazilli’nin Arpaz’ını.

Gece müzeciliğinin altını çize çize reklamlaştırın, sözüm yok! Buralara da biraz özen gösteriniz, hiç fena olmaz sanki.

Koskoca Kanuni bu dünyadan gittiyse siz de gideceksiniz. Bu topraklara azıcık imtina, gelecek nesillere verilecek en güzel hediyedir.

* * *

Örneğin Stratonikeia

Ölmemiş bir antik kent.

Sokağın başından bir gladyatör çıkacak gibi hissediyorsunuz. Yıllarca burada eğitilmişler, sonra da emeklilik şehirleri olmuş bu şehir.

Bir köy ağası, upuzun bir masada yemek veriyor. Masa donatılmış. Oğlaklar taş fırından servis ediliyor.

Şaban Ağa Camii’nden bir cenaze kalkıyor. Osmanlı’ya yakışır bir cenaze töreniyle uğurlanıyor giden.

Köyün kahvesinde buluşuyor gladyatör, ağa ve köylüler. Bir kahvenin hatırı kırk değil, yüzlerce yıl bu şehirde.

Bakırcı o sırada bir cezvesini daha bitiriyor. Altına, cezvenin kaç kişilik olduğunu yazacak. Düşünüyor bakırcı: “Bunca döneme şahitlik eden bir şehirde doğan cezvenin altına hangi sayı yazılır ki?” Haklı.

Bir duvarda şöyle yazıyor: “Bu arenada bir köle özgürlüğünü kazandı.

* * *

Zaman, taşların üstünde sessizce yürürken bizden izler arıyor. Her çatlakta, her gölgede bir hikâye kalıyor. Belki de görevimiz; bu hikâyeleri unutturmamak, bir sonrakine aktarabilmek. Çünkü sorumluluk yalnızca bir gömlek değil; yüzyıllar öncesinden bugüne devredilen bir mirastır. Onu giymek, bu topraklara teşekkür etmektir.

Paylaş:

Benzer yazılar

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x