HÜZÜNLERİN PARİS’İ; BİRAZ NÂZIM, ÇOKÇA ŞİİR…

-ADANA-
Yağmur, Seine Nehri kıyısında ince ince çiseliyordu.
Paris’in taş kaldırımlarına vuran her damla, bir şairin kalemine dönüşüyor gibiydi.
1958’in o ilkbahar akşamında, Nâzım Hikmet, Volter rıhtımında hayaliyle Paris’i öpüyor, aşkı ve şehri birbirine karıştırıyordu.
Paris, o aşkla birlikte yalnızca taş binaların, köprülerin, meydanların şehri değil; şairlerin yüreklerinde yaşayan sonsuz bir imge oldu.
* * *
Bir Paris âşığı olan Nâzım Hikmet, o yılın mayısında durmadan şiirler yazıyordu Paris üzerine:
“Henüz vakit varken, gülüm/ Paris yanıp yıkılmadan,/ henüz vakit varken, gülüm,/ yüreğim dalındayken henüz,/ ben bir gece, şu mayıs gecelerinden biri/ Volter rıhtımında dayayıp seni duvara/ öpmeliyim ağzından…”
Tutkuluydu Nâzım, Paris tutkulu!
Onun dizelerinde Paris, kırkikindi yağmurlarında bile güzeldi.
Ve sordu:
“Hangi şehir şaraba benzer?/ Paris./ İlk bardağı içersin buruktur,/ ikincide dumanı vurur başına,/ üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın…”
Nâzım’ın Paris’i, hem aşkın hem de özgürlüğün simgesiydi; ölmek istediği üç şehirden biri bile Paris’ti Nâzım’ın.
* * *
Yıllar sonra, bu kez Ataol Behramoğlu aynı şehri dizelerine kattı.
1992’nin Paris’inde, aşklarını ve hüzünlerini harmanladı:
“Paris’ti, geceydi, gençtim/ koyu, simsiyah akıyordu Seine/ sarhoştum, ıslaktım, esriktim/ aşktan, şiirden, kederden.”
Ataol Behramoğlu’nun Paris’i gençliğin sarhoşluğuydu.
Nâzım’ın tutkusu, Ataol Behramoğlu’nda yerini hüzünlü bir esrikliğe bırakıyordu:
“Paris’ti, aşkımın Paris’i/ her gülüş, her söz bir sır küpüydü/ tepeden tırnağa bir kalptim sanki/ özleyişlerle örtülü.”
Bir şairden diğerine, Paris’in yüzü değişiyor ama şiir hiç eksilmiyordu.
* * *
Avrupa’nın romantik başkentini yalnızca Türk şairleri değil, Fransız şairler de yüzyıl boyunca kalplerine kazıdı.
Guillaume Apollinaire, aşklarını Seine’in dalgalarına bıraktı, “Ne geçen günlerin/ ne de aşkların geri döneceği var” diyerek umutsuzluğunu dile getirdi. Ama ardından bir umut ışığı yaktı:
“Bir köprü kuralım ki kollarımız altından/ yorgun dalgası geçsin o sonsuz bakışların.”
Jacques Prévert ise Paris’i bir sokak köşesinde, şapkası düşecek bir kadınla sendeleyen bir adamın hikâyesinde anlattı. Onun Paris’i, ölmek isteyen bir adamla yaşamak isteyen bir kadının çarpışan nefesiydi.
* * *
Paris’in şairlere sunduğu ilham bazen bir sonbahar hüznüne dönüşüyordu. Iraklı şair Abdülvahap El-Beyati, “Gülüm, nasıl da yaşlandı Paris/ oysa ben çocukluğumu yaşıyorum hâlâ…” diyerek şehirle vedalaştı.
Ve ardından keskin bir ağıt bıraktı:
“Paris öldü gülüm, öldü Paris!/ Elveda yaşayan dostlar, elveda!”
Elvedaların Paris’i, Paris’i elvedaların…
* * *
Ama Paris hiçbir zaman sadece bir şairin elvedasıyla tükenmedi.
Nâzım, ömrünün sonuna dek sorularıyla sürdürdü Paris bilmecesini:
“Hangi şehirde yedin ekmeğin hasını?/ Paris’te. // (…) // Paris’te en çok neyi sevdin?/ Paris’i.”
Ve biz de hep aynı cevabı tekrarladık içimizde: Paris’i!
* * *
Paris, Nâzım’ın dudaklarından Notrdam’a yükselen bir öpücük, Ataol Behramoğlu’nun gençliğinde sarhoş bir akşam, Apollinaire’in köprüsünden geçen nehir, Prévert’in sokak köşesinde titreyen bir fısıltı, Abdülvahap El-Beyati’nin elvedalarında ise bir gölgeydi.
Ama her defasında aynı şehirdi: Şiirin şehri!
Belki de Paris, gerçekte hiç yaşlanmayan tek kentti; çünkü her şair, kendi Paris’ini bize miras bırakarak onu sonsuza dek genç bıraktı.

